İl Birincisi: Hazır mıyım Hayata?
HAZIR MIYIM HAYATA?
Hiçbir etkenin insanı elindekilerden ve hatta kendinden edebileceğine inanmazdım. Ta ki o güne kadar. Ta ki o gün iliklerime kadar işleyen acıyı tadana kadar. Ne zaman o günü hatırlasam ve kozmik zamanda bir yolculuğa çıkacak olsam gözlerimi kapatır ve acıyana kadar sıkarım. Aklıma hiç olmayacak şeyler getirmeye çalışırken ben, “acı" o çocuksu gülüşüyle dikiliyordu karşımda. Zihnimde sokaktan geçen kediler, manasız sözler, en nefret ettiğim şarkılar... Bir intihar cüreti, kapalı kapılar, soğuk duvara dayalı alev almış düşünceler…
Hayatın bizi kapı dışarı ettiği anlar vardır; akıllanmadığınız sürece sizi içeriye almaz. Siz o kapıdan içeriye girmediğiniz sürece hatalarınızın büyüklüğü, sayısı ve sonrasında pişmanlığı akıl demeyeceğiniz bir değere ulaşır. Yapmanız gereken şey çok nettir; kapıya yumruklarınızla vurmak ya da o kapının ardında hatalarınızı aşındırmak. Bunları yapamadığınız vakit hayatın kendinden sizin tabağınıza düşecek pay bir eşik olur. O eşikte oturmanın manası; ne hayata eşlik edebilmektir ne de hayatın dışında bir dünyaya; arafta”… İnsanlar gelir geçer, gün başlar biter, bir eşiğin soğuğunda eşsiz bir üşümeyle tanışır ve artık ısınamazsınız. Bu pişmanlığa işaret eder, bu geç kalmışlığa… İnsanlar size eğilip nasıl olduğunuzu sorduklarında ya da birkaç iyi dilek fısıldadığında tek bir hece; dolanır durur dudaklarınızda: Ah! “Ah”ın gücüne sığışır sesinizin çıkmadığı ne varsa, öyle yenik, öyle de güçlüdür ve hiç bilmediğiniz manalarını öğrenirsiniz “Ah”ın. “Ah!” dersiniz sonra, “Ah!”…
Her şeyden uzaklaştığım zamanlardı. Sabaha kadar uyumuyor, akşam olana kadar da uyanmıyordum. Geceleri yaptığım tek şey ağlak birkaç dize yazmak değildi. Müzik dinliyordum, şiirler okuyordum; sesime alışmak adına, düşünüyordum ki bu her an için geçerliydi. Zar zor edindiğim bir iki arkadaşı ağırlamasam insan yüzü gördüğüm yoktu. İnsanlardan kaçıyor ve tutunacak herhangi bir dal aramıyordum. Telefon görüşmelerim seyrek, sıkıcı ve kısaydı. Sonra bir gün hiç beklemediğim bir anda telefonuma mesaj geldi. Ürperdim, sanki zihnimde bir cam parçası yokluyordu beni. Oysa ben de en az onun kadar korkuyordum. Hatırlarsam mı, hatırlamazsam mı hissedecektim onu? Kestiremiyordum… Kendim ve cam parçası arasında bir bocalama yaşadıktan sonra telefonu alıp ekrandaki yazıyı okudum. “İkinci yıl…” Anlıyordum, bu kabuğu kırıp artık dışarıya çıkma vaktinin geldiğini. İçimde korkunç bir kusma isteği uyandı. Lavaboya koştum. Fakat aynada kendimi görünce bu hissin yerini acı aldı. Sonra ağır ağır yere oturup ağlamaya başladım. Kendi kendime bir şeyler sayıklayıp duruyordum. Uzun zamandır konuşmadıklarımın ağırlığını hissediyordum üzerimde. Hiçbir şey düşünmeden ayağa kalktım. Takvimlerden ve saatlerden uzakta kalan ben değildim sadece, bedenimin de zamanı karışmışa benziyordu. Uzun zamandır kesmediğim sakallarımı kestim. Sanki biraz daha vakit geçse, dokunmasam, tıraş olmayı unuturmuşum gibime geldi bir an. Dolabı açtım ve bana onu hatırlatan, onun en sevdiği tıraş kolonyasını sürdüm. Bir yandan boğuluyor ve bir yandan da ferahlıyordum. Kısa bir anda iki farklı yüz vardı aynada. Oysa ikisinin de kendim olmadığından o kadar emindim ki. İnsanın “kendi” olması ne demek, unutuyordum sanırım. Uğramadığım yatak odasının kapısını araladım. Yaşam alanımın ne denli daralmış olduğunu fark ettim o an. Kapıyı araladığım an anıların asla ölmeyeceğini anladım milyonuncu kez daha.
Kararımı anımsadım ve en son geçen yıl askıya koyduğum kıyafetleri alıp usulca kapıyı kapattım ve çıktım. Kıyafetlerimi değiştirdim. Kapıyı araladım, çıkmak üzereydim. Saçlarıma birkaç kez elimi atıp bir yandan saçlarımı düzelttim bir yandan da unuttuğum bir şey var mı diye düşündüm. Eşikte öylece yarım saat durdum yanılmıyorsam. Sesler, kokular, insanlar… Dışarıda gürül gürül bir dünya vardı. Hazır olup olmadığımı sorgulamak gibi bir seçenek yoktu, kendime sunmamayı tercih etmek en doğrusuydu. Yazdığım onca şiiri, birkaç yazıyı ve birkaç mektubu almak üzere ayakkabılarımı çıkardım. Hepsi o kadar dağınıktı ki bir araya getirmekte zorlandım. Bir an burada durabileceğimi bu sessizliğe gömülebileceğimi düşündüm. Nihayet uzun bir zamanın ardından elimde dosya, üzerimde onun sevdiği kıyafetlerim… Usulca binanın dışına çıkıyordum ki gıcırdama sesinin ardından şaşkın bir ifade ve yarı titrek yarı heyecan ve sevgi dolu sesiyle alt kattaki ev sahibinin “Merhaba oğlum!” dediğini duydum. O an bir demir bilye olup evin merdivenlerinden hızlıca yuvarlanmak istediğimi fark ettim. Kalakalmış ve henüz o gürül gürül akan dünyayla yüzleşmeden, apansızsa köşeye kıstırılmış hissediyordum. Merhaba, dedim. Sesimin nasıl çıktığını ya da ardında ne saklı olduğunu bilmiyordum. Sadece kapının ardında hızlıca kaybolan çehre ve gıcırdama sesi… Hepsi bu…
Derin bir nefes alıp kendimi sokağa attım. Turgut Uyar’ın dizelerini tekrar ediyordum içimden: “Bu evleri atla, bu evleri de, bunları da.” İçimde bir bulantı vardı ve ne yapıp da onu içimden çıkarabileceğimden emin değildim. Sokağın ortasında bağırsam, birine gidip bu günü neden takvimlere eklediklerini sorsam, otursam ve “hareket” ne demek izleyip öğrensem yeniden. Her şeyi pür dikkat izledim fakat düşüncelerimden birini yakalayıp da inceleyemedim ve dillendiremedim. Sonra, pek hatırlamıyorum. Kendimi onun yanında, dizlerimin üzerine çökmüş bir vaziyette buldum. Yazdıklarım bir cesetti ve insanlar cesetlerin üzerine seslerini bırakmayı bilirlerdi. Cesetleri seslendirmeye başladım. Hepsini ona yazmıştım. Daha önce inat ettiğimiz bir konu, ki ondan sonra o konudan bahsetmeyi hiç denemedim, beni yenik düşürdü. İnat etmekten vazgeçip dosyayla birlikte yakarken tüm yazılanları, ağlamaya başladım yeniden. Onu ölmeyi isteyecek kadar çok özlemiştim. O, bu mezarda mıydı şimdi? Hala aklım almıyor; nasıl oluyordu da onun içimde sevinci harekete geçiren gözleri, nasıl olur da güç aldığım elleri, nasıl olur da uyuduğum dizleri toprak olabilirdi? Nasıl olur da onun üstü başı toprak değil ve şimdi üzeri toprak, çiçekler açmış gövdesinde?.. Ayakları hiç ısınmazdı, hala üşüyor mu ayakları? Gücümün tükendiğini hissediyordum ve ateş söndü. Külleri alıp toprağın üzerine serptim ve onu bir çiçekmiş gibi sulayıp dualar mırıldanarak, mezarına en sevdiği çiçekleri bırakarak ölümünün ikinci yılında böyle andım. Özlemden kafayı yiyebilirim, o an orada her şey yapabilir gibime geliyordu. Bu kadar çok ve çabucak güçsüzleştiğimi görünce içimden kendime kızıp durdum. Mezar taşını ısıtır gibiydi gözyaşlarımın sıcağı ve ellerimin, bedenimin tüm sıcağı istedim ki ısıtsın bu beyazlığı. Artık beyazlıklar üşütüyordu beni. Bir tek anda görmüştüm ısıttığını. Onun elleri, yüzü… Bu kadar beyazken o gülüşü kırmızı bir gül kadar sıcak geliyordu bana ve o gülse ben ömrüme bir bahar yamanmış sanıyordum. Isıtmayı beceremedim, aksine esen rüzgârla gözyaşlarım kurumuş, ben de üşümeye başlamıştım.
Bir süre daha onun yanı başında kaldım ve kalktım. Etrafımda uzun ağaçları gördüm ilk. Ne yapacağımı bilmiyordum, ne yapmam gerektiğinden emin olamıyordum.
Onunla “bizim şiirimiz” dediğimiz şiiri, Göğe Bakma Durağı’nı okuduğumuz duraktan arabaya binmeye karar verdim. İçimde garip bir hoşluk peyda oldu. Hareket, hareket ve hareket! Sesler, anlamlı ve anlamsız.
İnsanlar, arabalar hatta kedi ve köpekler, kuşlar bile bir yerde bekleniyormuşçasına, oraya vardıklarında sevdikleri ya da sevenleriyle kucaklaşacakmışçasına aceleciydiler. Onlara bu kadar dikkatli bakan bana ya ters bir bakış fırlatıyor ya da kaçkın bakışlarıyla umursamadıklarını anlatıyorlardı. İçim acıdı. Beni bekleyen kimse ve yetişmem gereken bir yer yoktu. Dilediğim kadar gezebilir ve dilediğim kadar para harcayabilirdim. Ne de olsa hiç sıkıntı çekmek gibi bir durumum yoktu para konusunda. Dışarıya çıktığım bu süre içerisinde bir şeylerin yeniden içimde canlandığını ve beni canlı kıldığını hissettim. Durağa varmıştım ki biraz önce mezarına ölümünün ikinci yılını aradığım eşim, işte, orada duruyordu sanki öylece. İçimden “Biliyordum, ben biliyordum! Bir gün bu kadar üzülmeme acıyacağını ve çıkıp geleceğini biliyordum!” diyordum. Küçük bir çocuk gibi sevinmiştim. Orada, işte, mavi paltosu ve savruk, dalgalı saçları ve siyah saçlarıyla… Ona yetişmek için adımlarımı hızlandırmıştım ki gelen otobüse bindim. Tereddüt etmeden ve pek de mantığını sorgulamadan bindim arka kapıdan. Arkada pencere kenarı bir yer bulmuştum ve onu seyrediyordum büyük bir heyecanla. Otobüs giderek kalabalıklaşıyor ve onu görmem giderek zorlaşıyordu. Neyse ki inerse göreceğim diye içimi ferahlatmaya çalışıyordum. Yolcuların ineceği hizada oturuyordum çünkü. Eşimi düşünüyordum. Uzun zaman sonra bir çocuğumuz olacağını öğrendiğim günü, ondan önce çocuğumuz olmadığı için hediyeler götürdüğümüz çocukları ve eşimi doğuma uğurlarken dudağındaki anlamlı veda busesini… Sonra yüzünü görmediğim çocuğumu da eşimi de kaybedişimi… Beşiktaş’ın orta yerinde indi, peşinden parayı uzatıp ben de indim. Yüzü karanlıktı fakat beni nereye çektiğini merak ediyordum. O olduğuna inanmak, o değilse bile ona bu kadar benzeyen binin kısa bir süreliğine de olsa yanında olmak istiyordum. Belki de beni dışarıda kılan bu canlılık hissine olan borcumu ödemek için bir bahane arıyordum. Bu bahanenin peşinden koşmak için hazırdım ve başka hiçbir şeye ihtiyacım yoktu o an. Bir adamla konuşuyordu. Birkaç cümle konuşulduğunu tahmin ettiğim konuşmanın ardından birbirlerinin ceplerine aynı anda bir şey bıraktılar yanılmıyorsam. Sonra ayrıldılar. Onu takip etmeye devam ettim. Bir an başını arkasına çevirdi ve ben tam o an, tam da oracıkta ölmeyi diledim. Korkunç bir şekilde ondan uzaklaşmak ve yine korkunç bir şekilde ona sımsıkı sarılmak istedim. Sora dışarıda geçen bu uzun zaman için de kızdım kendime. Otobüs beklerken yandan gördüğüm kadın mıydı bu? Hayır, inanmıyordum. Algılarım mı beni yanıltıyordu yoksa uzun zaman kullanılmadıkları için mi beni cezalandırıyorlardı bu yabancıl şeylerden ötürü? Yüzü içine çökmüştü, gözaltları morarmıştı ve titriyordu. Adını sormak veya aynı garip bakışı fırlatmak arasında gidip geldim. Ben bunu kararlaştırmaya çalışırken o ilerlemişti ve bir yerde oturuyordu. Ben ardında kalmıştım ve bu anın üzerime sinmiş hayal kırıklıklarından benliğimi silkelemek, kendime dünyanın yalnızca bu kadar olduğu düşüncesini dayatıp kabul ettirmekle uğraşıyordum. Tekrar ağlamak istemiyordum, bundan emindim fakat ne yapacağımı da bilmediğimden öylece oturmuş; düşüncelerimin başını okşamaya çalışıyordum biraz da olsa uysallaşsınlar, beni bana geri versinler diye. Birdenbire hızlı adımlarla ona giderken buldum kendimi.
Saçları ve paltosu… Canımı yakıyordu fakat yüzündeki o karanlık gölge eşimin en son gördüğüm halini, ölmüş halini hatırlatıyordu. İçim bu hayalin yüküyle ezim ezim ezildi.
Aşağıdaki yola inip bir arabanın geçmesini bekledim. Çok seyrek bir şekilde konumlanmış evler bana uzak kalmıştı. Yanına vardığımda bir şeylerin yolunda gitmediğini idrak ettim. Kendinden geçmiş bir vaziyetteydi, ağlıyordu, titriyordu. Elinde kalmış küçük bir poşetin önce ne olduğunu anlayamadım. Yine de uzun sürmedi uyuşturucu olduğunu anlamak. Onu orda öylece bırakıp gidemezdim. Bu benim kaderimdi ve kaderime sırt çevirmeyecektim.
Arabaya binip hastaneye doğru yol aldık. İçimde ince bir telin titrediğini ve ona karşı nefret-sevgi karışımı bir şey duydum. Ölgün bakışlarıyla ne anlatmak istediğini anlamak benim için çok zordu.
Gözlerini açtığında henüz sabah olmamıştı. Bense tüm gece hastane bahçesindeki lambanın yarı aydınlatmış olduğu o yüzü izlemekten uyuyakalmış, uyanmış ve ayılmak için bir kahve içerken onu seyretmeye devam ediyordum. İçimdeki hislere bir yalvarıyor bir de ani kızgınlıkla dizginleri ele geçirmeye çalışıyordum. Bana baktı, o an ne büyük ve muazzam bir suç işlediğimi anlatmak ister gibi… Bağırmaya kalkışmıştı ki bunu yarıda kesip hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Kapıya yönelmiştim. “Gitme!” dedi. Geri döndüm ve yatağın yanındaki tekli koltuğa oturdum. Bakışlarımı ondan kaçırıyordum çünkü ona bakarsam ne yapacağımı kestiremiyordum. Bakışlarımız birbirine değmeden konuşmaya başladık. Geri döndüğüm an sanıyorum ki ikimizde aramızda duran bu bağın bize neyi öğütlediğini anlamıştık. Kimsesi yoktu. Varsa da uzun zaman önce kaçmış, kendine sığınmıştı. Kendine ve kendi onulmaz yalnızlığına… Hayatına dair bir şeyler daha anlattı fakat ben onun sesinde aradığım eşimin sesini bulmaya çalışıyor fakat bunun mümkün olmadığını anlayınca dizlerimi daha çok titretmeye başlıyordum. Bir an bana baktığını anladım. Hem dolmuştum, hem de kırılmış, kızmıştım. Bir sorun olup olmadığını sordu. Bense onu anlamaya çalıştığımı belli eden bir ses tonuyla uyuşturucudan, nasıl hayatına girdiğinden bahsetmesini istedim. Hiç ara vermemiş gibi konuşmaya hayatına dair birkaç şey daha anlattı ve uzun bir soluk alışverişinin ardından uyuşturucudan bahsetmeye başladı. Öğrendim ki onu bu hale getiren çevresiymiş. Herkesten, her şeyden kaçmış ve bulduğu insanlarda huzura erememiş. Hayatına gelişi güzel birkaç dizi insan girmeye başlamış. Onlara ayak uydurmaya başlamış ve sığındığı kendi benliğinden de uzaklaşmış sonunda. Uyuşturucuyla tanışmış. Ailesi tüm çabaların sonunda onu bulmuş ve tekrar kızlarının gitmemesi için ellerinden geleni yapmışlar. Oysa o dayanamamış ve verdiği tüm sözleri ardında bırakıp tekrar uyuşturucu kullanmaya başlamış. Hayatına giren birkaç insan onu tedavi için bir hastaneye yatırmışlar. Tedavilere cevap vermiş, onca emeğin ardından yeni bir hayata başlamaya hazır olduğunu düşünmüş. Baktığı açılardan hayat öyle güzel görünmüş ki gözüne bir kere daha inanmış dünyaya. İyi olduğunu gören arkadaşları geri çekilmeye başlamışlar hayatından. Öyle ki insanlar bazen ellerinden geleni yaptıklarına inandıkları zaman geri çekilirler. Oysa en yapılmaması gerekenlerden biridir bu. Onca acıyı çektiğinizde yanınızda bulduğunuz kimse mutluluğunuzda da gözünüz ilk onu arar. Sonra kendinizi kaptırır, geriye çekilen insanların bunu yalnızca izlemesine izin verirsiniz. Herkes tekrar gider sizden. Kim mi inanır size? Geri çekilen… Bir kez daha yüzleştiğiniz hayata bir daha inanmamaya ant edersiniz. Nafile!
Ne ilktir bu aldanış ne de son olacaktır. Ben onda bir benzeyiş bulmuştum, ben onda canlı kalan yanımı… O ise, bende kendi ruhuna benzeyen bir yanı. Böylece bir bütün olacak ve garip karşılanmayacaktık.
Bir buçuk yıl tedavi olduğu hastanede ilk zamanlarımız kötü geçiyordu. Sadece ona yardım etmek ve eşime benzeyen bu kadının hayatla arasına sağlam bağlar döşemek istiyordum. Kendine yaramayan biri muhakkak başka bir insana daha çok yarayabilirdi. Giderek güçleniyordu aramızdaki iletişim. Yüzüne renk geliyor ve yüzü dolgunlaştıkça o gölge kayboluyordu. Bu beni mutlu etmeye yetiyordu.
Zaman geçmişti ve birbirimize alışmıştık. Alışmak ikimizin de en çok zorlandığı şeylerden biriydi bu dünyada. Yine de bu gerçek kabul edilesiydi ve kabullendik. Birbirimizi sevmenin adına “alışmak” diyorduk. O vazgeçtiğini ve bundan ötürü hissettiği boşluğu benimle doldurmak istiyordu sanırım. Alışmak… Ağzımız çok yanmıştı bundan ağzımızda acı bir tat kalmıştı, bundan kurtulmalıydık. Hayatıma gelişiyle hayatta olduğumu, bir süre sonra da eşimin hayaliyle yaşamaktan uzaklaşıp onu yalnızca “o” olarak sevmeye başladığımı anladım. Kapıldığım şey her neyse, bir iç huzura ermemi sağlıyordu. Artık ikimizde iyiydik, öyle olduğumuza emindik. Kendi çizgilerinde seyreden hayatımızı uç uca ekleyebilirdik yahut birimiz birimizin çizgisine dâhil olabilirdi. Onunla yan yana olduğum müddetçe çekilmez ruhumu ardıma alıyor, ona koşuyordum. Gülüyor, eğleniyor, yaşamaya bakıyorduk. Şiirler her şeye büyülü bir ortam hazırlıyordu ve biz bu büyünün tılsımını bozmak istemiyorduk besbelli.
Evlendik sonra, bir oğlumuz oldu. Hayatlarımız çok değişti. Kaybettiğimiz bazı şeyleri geri kazandık ve bazı şeyleri geri kazanamayacağımızı kabullenip “yeni hayat” dediğimiz bu perdenin hakkını vermeye baktık. Oyalanacak düzenli bir işim vardı. O ise oğlumuz ve ev işleri arasında mekik dokuyan, dünyanın en güzel işçisiydi bana göre. Bir gün çok yorulduğunu, bir yardımcıya ihtiyaç duyduğunu, ilgilenmek istediği eğitimsel ve sanatsal şeyler olduğunu söyledi. Onu kırmak isteyebileceğim en son şey olduğundan tereddütsüz her şeyi kabul ettim. Sonrasında neler olacağını bilmeden… Bir gün de karşıma dikilip bu rutinden de sıkıldığını söyleyip küçük bir yer açmak istediğini söyledi. Ne satacağının önemi yoktu, amacı yapmış olmaktı sadece. Bunu bir süre düşündükten sonra onayladım. Küçük bir yer açmıştı ve sıradan görmediği şeyler satmaya başladı. Çok geçmeden iflas ettik. Zaten giderek uzaklaşmaya başladığımız zamanlardı. İflasın üzerine aramızda bir tel örgü, alabildiğine gergin… Arkadaş ortamı değişmişti. Bazen evde denk geldiğim arkadaşlarıyla ilgili sorduğum sorulara kısa ve kaçamak cevaplar veriyordu. Kısa sürede her şeyi düzene koymaya çalışıyorken ben onda aynı gayreti göremiyordum. Giderek para harcamaları çoğalıyordu ve evden dilediği zamanda çıkıp geziyor, bana sadece birkaç ayrıntı veriyordu. İçimde yüreğimi fena halde daraltan korkunç bir his duydum. Onun yüzünde bir gölge, halinde ve tavrında değişmeler vardı. Bir kez daha sırtımdaki izi anımsadım, hayat ikinci kez aynı yere daha sert darbelerle saldırıyordu. Tekrar uyuşturucu kullanmaya başladığını öğrendim günlerde arkadaş çevresini araştırıyordum ve hiç olumlu bir şey çıkmıyordu karşıma. Çocuğumuza karşı ilgisizleşmiş, bana karşıysa soğuk, alabildiğine de duyarsızdı. Bu defa elimde küçük de olsa bir şansın olmadığını anladığım an hayattan gelen darbenin içimi çürüttüğünü hissettim.
Tüm bunları yaşamak ve artık inancımı kaybetmek başlı başına yetiyordu pes etmeye… Zaman kaybettiğimin farkında olmadan ne yapacağımı düşündüm. Beni bu düşüncelerin arasında kendime getiren, acele etmemi söyleyen banka hesabım oldu.
Giderek suyunu çekmiş hesabın sonlarına geliyorduk ve tedirgin olmaya başlamak bir yana, tedirginlikten bir şey yapamaz hale geldiğimi gördüm. Yardımcımız işten ayrıldı. Yapabileceğim şeyi bulmuştum, mantıklı ya da mantıksız… Ona eğer uyuşturucuyu bırakıp tekrar eski hayatına dönmezse uyuşturucu kullanacağımı söyledim. Onu tehdit etmekte bulmuştum tek çareyi. O kadar bitap, umursamaz ve içi geçmiş bir vaziyetteydi ki onu kendine getirebilmenin yolunu derhal bu tehdidi uygulamaya koymakta aradım. Çocuğumuzu düşüneceğimi ve bunu asla yapamayacağıma inanıyordu. Bense inat ediyor ve ona neler yapabileceğimi göstermek istiyordum. Düşüncelerimin kontrolü uzun zaman sonra yine kontrolüm dışındaydı. Çocuğumuzu bir bahaneyle teyzesine bıraktım ve bir ay burada olmayacağımızı, ona bakması söyledim. Teyzesi ne beni ne de onu sevmezdi oğlumuzu sevdiği kadar. Kırmadı ve sorgulamadan kabul etti. Bir ay vakit kazanmıştım fakat onu kazanıp kazanamayacağımdan emin olamıyordum. Başka yolu yoktu. Sonra takvimler şaştı, zamanlar karıştı. Ona inat-tehdit arası sözler söylüyordum. Güzel şeyler söylememin artık manasız olduğu aşikârdı. Tekrar tedavi olmasını istiyordum ama reddediyordu. Bunu zorla yapmaya kalkarsam bu defa büyük oynayacağını söylüyordu. Uyuşturucu kullanmaya başladım. Giderek neyin ne olduğunu bilmemeye ve doğru-yanlışı ayırt edememeye başlamıştım. Birbirimizi yiyip duruyor, eve zamanlı zamansız gelip gidiyorduk. Çabaladıkça dibe battığımı hissediyor, dibe battığımı hissettikçe pes ediyordum her defasında. Sonra teyzesi oğlumuzun artık başa çıkılamayacak bir hale geldiğini, bizi istediğini söyledi. Evimize gidip bulamamıştı çünkü daha küçük bir eve geçmiştik artık. Kısacık bir süre içerisinde ne de çok şeyi ne de hızlı kaybediyorduk! Uğraştığım işi de bırakmıştım hem. Sonra oğlumuzu yeni eve getirdim. O yalnızca yapması gerekenin küçük bir bölümünü yapıyor, kalan kısmını da benim yapmam gerektiğini vurgulayıp duruyordu. Artık oğlumuzun yanında bağırıp çağırmalarımız artmıştı. İkimiz de son derece duyarsızlaşabiliyor ve mütemadiyen sinirli oluyorduk. Tam anımsayamadığım ve ne yaptığımı bilmediğim bir hayat sürmeye başlamıştım. Çocuğumuz kendince büyüyor ve kimi zaman da ağlayarak uykuya dalıyordu. Hatırımda kalan bu…
O gün… Acının içime işlediği gün… Her şeyden habersizdim. Oğlum beni ısrarla balkona çağırıyordu. Annesinin ona kızdığını ve benim elimden çekiştirip gitmemiz gerektiğini söylüyordu kendi cümleleriyle, yarı anlaşılır bir şekilde. Ben de ona gidip oyuncaklarıyla oynaması gerektiğini söylemiştim. O kadar uyuşuk ve bitkindim ki öylece kalmak istiyor, içimde hiçbir şey yapma istediği duymuyordum, onu tersliyordum. Beş dakika sonra parmağını kesmiş olarak döndü yanıma. Tek yaptığım bir parça peçeteyi ona uzatmak olmuştu. Oysa küçücüktü ve küçük parmağına baktıkça biraz daha doluyordu gözleri. Agresifleşmiş ve kızmıştım. Kapıyı çarpıp çıktım. Lanet olası bir taş neredeyse ayağımı burkacaktı ve ona cezasını vermek adına tekmeler sallıyor, ayağımı vurup ilerletiyordum. Binanın arkasına geldiğimde kulağımda çınlayan “Baba! Annemi tutmalıyız!” çığlığını duymam ve taşa salladığım tekmenin ardından taşın nereye gittiğine bakmak üzere bakışımı ileri yöneltmem, sonra o iliklerime kadar acı işleyen manzarayla karşılaşmam aynı dakikaya sıkışmıştı sanırım. O ve yanında oğlumuz… Yerde… Kan…
Yâdımda kalan tek şey çığlığımın yankısıdır ve sıkmaktan acıyan gözlerim şu an… Tüm bunları yazmaya başladığımdan beri kim olduğumu bilmiyordunuz. Ben de sizin kim olduğunuzu bilmiyorum doğrusu. Ben Bay Hiç kimse… Bu hikâyenin o kadar dışında bir yerlerdesiniz ki…
İnsanlar kendilerini hep iyi karakterlerin yerine koyarlar, bu hikâyede olmayanın yerine yani. Bu yüzden bu hikâyeden uzaktasınız. Belki de en basitinden hepimizin bildiği şu masalı düşünmeliyiz: Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler… Hanginiz kötü cadı ya da cücelerden birinin yerine koyduğunuz kendinizi? Ya da hanginiz sıyrılıp da hikâyemdeki gibi tercih etmediniz Pamuk Prenses ya da Prens olmayı? Ben Bay Hiç kimse… Artık kimse!
Tüm bunları yazmaya başladığımdan beri bildiğim tek şey vardır: Kulağımda çığlıkların yankısı… İliklerimde ve gözlerimde hissettiğim acı… Bir kuyunun dibinden sesleniyorum sanki. Beyazın masumiyeti ve ürkütücülüğü… Biraz üşüyorum. Hayatın inatla yürümeyen bir gemi olduğunu düşünüyorum. Boğuk sesime emanet edemem artık kelimelerimi, yazıyorum durmadan. Dünyaya karşı bitmeyen bu borcun yükünü hafifletmeye çalışmak ister gibi… Beylik laflar etmenin gereği yok. Bin nasihate de gerek yok. Bazı şeyleri deneyim etmeden öğrenmenin gereğini düşündüğümden hayatımı anlattım. Hiçbir zaman ait hissetmediğim ve bana ait olduğunu düşünmediğim hayatımı… Şimdi acıyı hangi dille tercüme etsem tesiri yok gönlümdeki kora, aleve… Sevdiğiniz insan yanınızda, ölüme ramak kalmış ya da canı yanıyor sevdiğinizin, kılınızı kıpırdatamıyorsunuz… Hayatın dışında bir hayatın sınırları içerisindesiniz ve kapıyı vurmaktansa bilmediğiniz bu coğrafyada düşe kalka, sağlam darbeler alıyorsunuz. Eşiğiniz bile yok oturabileceğiniz. Hatalarınız, pişmanlıklarınız büyüyor, büyüyor, büyüyor… İçim sızlıyor. Hastanenin bahçesinde, bir bankta yazıyorum bunları. Belki diyorum, birileri “yapmamalı, etmemeli” gibi cümlelere itimat etmez, bir hayat hikayesinden ne dersler çıkarılması gerektiğini anlar… Ajandamdan tarihi yokluyorum ve bir görevliden beni mezarlığa götürmelerini rica ediyorum. Yolda giderken “Hayat Bu İşte!” diye bir şarkı çalıyor, yolu seyrederken içimden “Belki de hayat budur, bu kadardır. Acı da vardır ve muhakkak değer yaşamaya… Her insan bir öyküdür ama her öykü bir insanı ‘insan’ yapmaya yetmeyebilir; ders almazsa… Yaşa… Zaman değişecek, mekân ve insan. Değişmez dediğin ne varsa belki. Bay Hiç Kimse de bir şeylere sahiptir. En azından ona bahşedilmiş bir hayata… Hayat… Kalıplara sığmış gibi, şekli belli gibi… Oysa yaptıklarımız, seçimlerimizle dolu ve şeklinin ince hatları bize ait. Yaşa… Her defasında, yeni bir şarkıyla, yeni bir şiirle başla hayata koşmaya… Değil mi ki ne doğruydu, hatırla, “Kısa bir öyküdür hayat/Uğruna upuzun acılar çektiğimiz /Kısa bir türküdür /Bir kez daha söylemek için delirdiğimiz’ demişti şair Yılmaz Odabaşı…” Daha iyi bir şarkı çalmaya başlıyor radyoda. Mezarlığa geliyoruz. Dizlerimin üzerine çöküyorum. İçimden konuşmalar, aflar, dualar, ahlar geçiyor. Yalnızca ağlıyorum sonra, gözlerim… Ben hep pes ettiğimi sandığım an doğruluyorum da meğer yeniden başlıyormuşum yaşamaya. En son oğlumun mezarında, bir kuru yaprak… Dalından düşüveriyor beyaz mermerin üzerine. Beyaz ve kuru yaprak… Beyaz... Kuru yaprak… Dönüp beni almaya gelen görevliye soruyorum: “Efendim, sizce neden tüm hayatın özetini hep uzun, acı şeyler yaşadıktan sonra idrak ederiz? Bakın, bakın!” Elimle havaya kaldırdığım yaprağı bırakıyorum, beyaz mermerin üzerine düşüyor yeniden. “Ne demek bu? Bir hayatın özeti ya da bir hatanın özeti ve acısı bu kadar kısa mıdır dersiniz?” diyorum.
Uzun uzun bakıyor ve başını manalı bir şekilde sallıyor. Akşamüzeri… Başımı kaldırıyorum ve ilk uzun ağaçları görüyorum, sonra bir gök; hâlâ mavi… Edip Cansever’in şiiriyle sesleniyorum neye, kime seslendiğimi bilmeden; sesimi çıkarıyorum karanlıklardan, kuytudan, kuyudan...
“…
Şiirler yazdım, kitaplar okudum
Elime bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşamsefaları
Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.”
Nazlıcan TURHAN
11-D 601
Ä°bni Sina Anadolu Lisesi
Bu kayýt 03/03/2015 13:35:18 tarihinde oluþturulmuþ ve 1514 kere ziyaret edilmiþ.